Ben. Sessizlik. Alph.
- Tarık Çimen
- 22 Mar 2024
- 4 dakikada okunur
Sessiz ol Alph. Nedenini sorma. Biliyorsun zaten. Sadece sus. Sessiz ol. Hatta mümkünse eğ kafanı. Pencereden dahi kimse görmemeli bizi. Kimse duymamalı sesimizi. Bilmemeliler varlığımızı bugün. Özür dilerim Alph. Özür dilerim…
Güneş henüz göstermişti kendini çatıların ardından. Odanın tek penceresinin önündeki kahverengi perdeyi sıyırdım sonuna kadar. Her bir tanesi çam dallarına usulca konuyordu beyazlığıyla tüm şehre derin bir sessizliği getiren kar tanelerinin. Her biri ayrı bir duygunun esiri olmuşçasına dalgın dalgın iniyorlardı kaldırımların soğuk taşlarına. Yapışmakta ısrar ettikleri bu taşların onları ısıtıp yok etmesine aldırmadan her seferinde aynı ihtirasla tekrar ve tekrar deniyorlardı. Ne kadar denerlerse denesinler bir türlü birikmiyordu kar, kimsenin yürümediği kızıl taşlı dar kaldırımlarda. Fakat her denemelerinde daha da sessizleşiyordu şehir. Yine de nedeni kar taneleri olamazdı bu karanlık sessizliğin. Ne de olsa gözleri kamaştıracak kadar parlatıyorlardı kimsesizliğin dumanına sarılıp uyuyan bir şehri.
Havanın soğukluğunu öğrenmek için pencereyi açtım. Soğuk sayılmazdı. Hatta sıcak bile denebilirdi. Böyle bir havada kar yağması ne kadar garipse benim de pencereyi açma cesaretinde bulunmam o kadar garip olmalıydı ki Alph, kahverengi gözlerini olabildiğince açarak bakakaldı. Zihninde yarattığı soruları sanki bağırıyordu bana öylece durarak. Yalnızca dikiliyordu. Bana bakıp, belki de, ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu, bilmiyorum. Gözlerimi kaçırarak devamlı baktığım yüzüne anlatmak istiyordum bakışlarındaki ürkütücü manasızlığı. Başarılı olduğumu sanmıyorum. Zira öylece bakmaya devam ediyordu bana. Bana baktıkça yüzü sanki daha da kızarıyor, dizlerinin şişliği daha da artıyordu. Sormadım hiç neden öyle durup baktığını. Cevap da vermezdi zaten. Kaçırdı gözlerini, bitti zihnindeki tutukluluğum.
Böyleydi Alph. Pek konuşmazdı. Hatta hiç konuşmazdı. Onunla tanışalı neredeyse on saat kadar oluyordu. Sessizliğiyle gösteriyordu samimiyetini belki de. Yanında sorgusuz sessiz kalabildiğim kişiydi fikrimce gerçek dost. Lastik gibi uzayıp vücudunu yemyeşil bir sarmaşık edasıyla saran damarlarında akan, rengiyle ve sıcaklığıyla aşkı simgelemeye adeta can atan kanın gürül gürül akıntısını en yakın bildiğinin yanında dinleyebilmekti insanoğlunun arayıp da bulamadığı huzur. Kırmızı elbiseli bir çocuğun, kasvetli apartmanların yüksekteki katlarına bakarak yürümesi gibi meraklı meraklı gezinmesiydi belki de şehri bir şapka gibi örten hediye ettiği bu beyazlık diye düşündüm.
Hafif kumral saçlarını önüne atmış; alt dudağı, küsmüş bir çocuğun taklidini yaparmış gibi üst dudağının önünde ve şişkin duruyordu. Teni bembeyazdı. Fakat tanışmamızdan hemen hemen on saat geçmiş olmasına karşın sanki her geçen dakika teni daha da beyazlaşıyordu. Yüzünün kızarıklığı geçmişti çoktan. Yüzü de aynı elleri gibi soğuk bakıyordu bana. Perdeyi açtığım için kızmış olmalıydı. Hatta o kadar kızmış olmalıydı ki artık öfkesini göstermeye dahi tenezzül etmiyordu. Öylece duruyordu Alph. “Alph!” dedim. “Tamam çekiyorum perdeyi yeniden.”
Cevap vermedi.
İyice sessizleşti oda. Damarlarımın içini dahi duyabildiğim o sessizlik, yerini gitgide dehşet verici bir huysuzluğa bırakmaya başlamıştı. Sessizlikle bulduğum huzur ancak Alph’e o acınası soruyu sorana kadardı. Henüz yeni tanıştığım bir insan karşısında daha önce hiç bu kadar alçalmamıştım. Aşağılanmış hissetmemin yanında bir de Alph’e verdiğim sözü tutamamanın pişmanlığı vardı. Öyle bir pişmanlık ki göğüs kafesimi patlatacakmışçasına tekmeliyordu sanki. Keman tellerini okşar gibi, acı veren fakat ahengi de beraberinde getiren bir iyimserlikle hoşgörü gösteriyordum onun bu bencil davranışlarına.
Aşağılıktı Alph!
Düşüncelerimin beynimi bir terazi gibi oynatması iyice rahatsız ediciydi artık. Çekilmez derecede bir baş ağrısıyla bilincimin uçurumunda elimin dışıyla sıyırıp fırlattım tüm düşüncelerimi. Hiçbir ayrım yapmadan hepsini İbrahim’inkinden daha büyük bir ateşte yakmıştım. İs kokusunun genzimi yakmasından belki de ilk defa böylesine haz duymuştum. Düşüncelerim kül olurken teker teker sapsarı bir alevde, her bir sayfasının çıtırtılarının sessizliğimi bozmasından korktum. Hani her seferinde kaçıp geldiğim, soğuk demir kapılarını tüm insanlığın yüzüne çarptığım kale, sessizliğimdi işte. Yalnız Alph ile bozmuştum bu sessizliği. Karaltı da artık gözlerini yavaş yavaş terk etmeye başlamıştı Alph’in. Sessizlikten korkmuştu. Bu anlaşılabilirdi. Sessizlikten en çok korkanlar da onun esiri olanlardı çünkü. Artık bozulsun istiyordu bu sessizlik. Bozulacaktı.
Güneş çoktan batmıştı. Artık ay ışığı pencerenin camından zar zor geçip, kırmızı lekeli perdenin ipliklerinin arasından yolunu bulup gözbebeklerimin karanlığını aydınlatmaya gayret ediyordu. Işık huzmesi içinde birbirini yakalamaya çalışan tozların çabası gibi beyhude bir çabaydı bu da. Masumiyetin verdiği tebessüm belirdi çatlamış dudaklarımda. Böylesi bir çabayı ancak böylesi bir tebessümle takdir edebilirdim mevcut durumumda. Ses çıkarmamam gerekiyordu. Sonra, kimseye gözükmemem gerekiyordu. Gizlemem gerekiyordu varlığımı tüm şehirden. Bu anlamsız gereksinimleri sorgulayacak halde değildim. Daha bu evin kapısından girmeden hemen önce kabullendiğim gerçeklik neyse onunla yaşamalıydım. Böyle olmalıydı çünkü.
Gece olduğuna göre artık sessizlik biraz da olsa bozulabilirdi. Alph’le konuşmaya can atıyordum. Uzandığı odaya gidip yanı başına oturdum. Yerde uzanıyordu. Yükü arttıkça titreyen dizlerimi yavaş yavaş beyaz fayansların üzerine koydum. Acı duyuyordum duymasına fakat dayanılmayacak derecede değildi. Pencereden dışarı son kez baktım oturduğum yerden. Tamamen kararmıştı gökyüzü. Ay da ortalıkta görünmüyordu artık. Yalnızca ben ve tılsımını yitirmiş kara gözlerle hiç kıpırdamadan susan Alph vardık bu şehirde.
Sabah olana kadar konuştuk. Her şeyden. Cümlelerimiz, çok güzel bir kadının örülmüş saçları gibi sarılıyordu birbirine. Uzun cümlelerimizi, hayranı olduğumuz sessizliğimize yatırıp karanlıktan süzdüğümüz ay ışığıyla suluyorduk. Kırgınlığı geçmişti. Yüzü hâlâ soğuk ve beyazdı fakat sözleri, aksini çığırırcasına ısıtıyordu insanın huzursuz ruhunu. Ona aşağılık dediğim için özür dilemeliydim belki de. Dün gece gibi bu gece de yalnızlığımı kovalamıştı karanlık çalıların ardına. Öyle korkutmuştu ki hatta yalnızlığımı, uzun bir süre kafasını dahi çıkaramadı saklandığı çalılıkların arkasından.
Adım adım açılıyordu bilincim sanki. Senelik bir sarhoşluktan uyanır gibi derin bir baş ağrısı ile yerlerine birer birer yerleşmeye başladılar düşüncelerim. Onları fırlattığım uçurumdan sağ kalmışlardı hemen hepsi. Yaralı da olsa geri gelmeyi başarmışlardı. O düşüncelerin zihnimi yeniden meşgul etmesiyle sıyrıldım kendi yarattığım ürpertici gerçeklikten. Ne kadar beyaz ve pürüzsüz diye içimden geçirdiğim, yarısına kadar fayansla döşeli, duvarlardan zemine doğru sızıntı halinde incecik bir yol gibi akan kanı fark edince başladı içimdeki soğuk rüzgârlar. Bembeyaz olmuştu artık Alph. Kaskatı kesilmişti. Gözlerinde yansımam yoktu artık. Saklanmak gerekti.

“Sessiz ol Alph. Nedenini sorma. Biliyorsun zaten. Sadece sus. Sessiz ol. Hatta mümkünse eğ kafanı. Pencereden dahi kimse görmemeli bizi. Kimse duymamalı sesimizi. Bilmemeliler varlığımızı bugün. Özür dilerim Alph. Özür dilerim…
Çok kızma bana olur mu?”



Çok güzel.