top of page

sökük

  • mâhî
  • 17 May
  • 3 dakikada okunur

“Yalnızca eksik hissedenler için açık.”


Güneş batınca açardı kepenklerini; şafağın ilk ışıkları saldırmadan kalbin karasına, boşalmazdı bu tabelanın arkasındaki dükkan. Varlıkla görünmez, eksiklerle parlayan bir kapının eşiğindeydi. Ne bir haritada yeri ne bir pusulada yönü vardı. Tüm kırgınlıkların çaprazında, acılar hayratının biraz altında, hüzün semtinin en işlek sokağında… Tırnağı kırıldı diye de olsa kalbi biraz sızlayan herkesin tam karşısındaydı. Açık adresini kimse sormaz, hatta çoğusu daha önce buraya gittiğini bile söylemezdi kimselere. Unutmak için gelenler, yalnızca unutamadıklarında hatırlardı Terzi’yi. Zaten bir terzi, kalbin kumaşındaki dikiş tutmaz sökükleri dikebildiği zaman Terzi’ydi. 


Kumaşı sağlam bir Allah’ın kulunun uğramadığı kapının arkasında, yaşlanmış değil belki ama eskimiş bir adam otururdu. Gözleri bozuk olmasa da takardı o gözlüğü, belki de sırf bu yüzden bir gün hep takmak zorunda kalacaktı. Gelenlerin yüzlerine değil ama gözlerine dikkat kesilir, küçük siyahlıklardan içeri sızardı mutlaka. Nemlidir gözün karası, bir balıktan iyi yüzmeyi nerede öğrendiğini kimseler bilmezdi. Çok soru sorardı, gelenler de çok anlatırdı ona. Sohbet etmek gibi bir huyu yoktu. İnsanlar bazen dertleştikleri yanılgısına düşer, anlattığı hiçbir şeyi gerçekten dert etmediğini sonradan fark ederlerdi. Derdini ise kimse sormazdı, sordurmazdı. Nihayetinde terziler, müşterilerinin söküklerini dinlerler ama onlara kendi söküklerini anlatmazlardı. Kırk yıllık devranı bir Terzi değiştirmemeliydi.


Ay biraz olsun gülümsedi mi gökyüzüne, kapısı uzun bir süre kapanmamak üzere açılırdı Terzi’nin. Sarılmak için sevinçle koştuğu babasından tokat yemiş çocuklar vardı içeride. “Erkek adam ağlamaz” sözleriyle büyütülmüş ve gözleri biriken tuzdan kızarmış babalar, yer yer çürümüş tezgahın önündeki sıraya serpiştirilmişti. Küçük yaşta kardeşlerinin annesi olmuş “güçlü” kız çocuklarının önünde ve arkasında ağladıklarında dayak yiyen oğlanlar vardı. Anne karnında istenmediğini öğrenmiş, ilk adımlarını kimsenin alkışlamadığı çocuklar girerdi dükkana. Kimi sünnet düğününde ağladığı için alay edilen bir fotoğrafı gömüyordu cebine, kimi annesinin saçındaki tokayı her gece yastığının altına koyan küçük bir çocuktu hâlâ. Terzi hepsini bir bir dinler, kırk yılı devirmiş cerrahlardan hallice açardı kalplerin arka odalarını. Bilirdi ki ruhun sökükleri yamayla örtülecek eksik parçalar değil, kaderin yanlış ilmeklerle dokuduğu fazla anılardır. İstenmeyen bütün acıları ustalıkla keser atardı yılların paslandıramadığı makasıyla. Sağlıklı gözlerin bile net seçemediği iğnesinin deliğinden tek seferde geçirirdi ateş böceklerinin yuvalarından çaldığı ışıltılı bir ipliği, dikiş tutmayan her hayatı bir başka yırtığın ipliğiyle dikerdi.


Dükkandan çıkanlar niye geldiklerini bile unuturlardı. Başka bir kesik attırmaya ihtiyaç duyacakları güne kadar, Terzi’nin varlığından bihaber yaşar ve belki bir gün yine kapısını çalmak zorunda kalırlardı. “Yine bekleriz,” demezdi Terzi, “Görüşmemek üzere,” diyerek uğurlardı misafirlerini. O dükkanın yolunu bulmak ağır yüktür dışarıdaki kalplere, bilirdi. İçeride yaşayanın yükünü ise kimse sormazdı. 


Ve sonra, takvimi susturmuş bir günün akşamında dili tutuldu zamanın. Güneş göğü terk ederken kimsenin duymadığı bir çatırtıyla çatladı gökyüzü. Bulutların nabzı yavaşlamış, yıldızlar bu gece kimseyi selamlamamıştı. Terzi’nin kapısı, kimsenin çalmadığı bir melodinin uğultusuyla aralandı. Yırtılmış bir masalın son cümlesini arayan bir kadın girdi içeri, kağıttan yapılmış kelebeklerin kanat rüzgarları esti. Geçmişin bütün sus payları dükkana sinmiş tozlar gibi kalktı, gelecekteki yağmurları bile biriktirmiş bulutlar vardı kadının gözlerinde. Sesi, yarım kalmış bir ninninin vedası gibi titrek ve hafifti,


“Terzi sen misin?” 


Yüzmeyi mi unuttu Terzi, yoksa boğulmayı mı öğrendi?


“Senin söküğün nerede?”


Kadın, Terzi’yi rahatsız edecek kadar emin bir gülümsemeyle hafifçe kaldırdı başını. Korkaklığını gizlememesi büyük cesaretti. Dizleri titredikçe duruşu güçleniyordu.


“Bu defa benim söküğüm değil mesele. Ben yıllardır aynı yırtığı taşıyorum, alıştım artık nasırına. Buraya da unutmak için değil, hatırlatmak için geldim. Sökük bir terziye kendi kumaşımı emanet edecek değilim. Siz başkalarının söküğünü dikerken, kendi kumaşınızı çürüttünüz. Her yarayı dike dike unuttuğunuz kendi söküğünüz duruyor hâlâ orada. Ve evet, şimdi sıra sizde.”


Buraya gelen herkes unutur, sen neden hatırlatmaya geldin?”


“Çünkü siz unutmuyorsunuz! Herkese dikiş dikiyor ama kendi yırtığınızı çürütüyorsun. Ben de sizin söküğünüzüm.”


Gözlük düştü. Makas paslandı. İğne kayboldu. Terzi çözemedi önlüğüne sığınmış ellerini, başını doğrultması bu sefer daha zor geldi. Kadının gidişini eteğinin usulca havalandıran rüzgardan izledi. Bir kelebek kanadı düştü yere, sessizce. Müşterilerinin sökük parçalarını topladığı sandığı açtı Terzi. Önce biraz gözleri yandı, derinlere indiğinde genzinde bir sızı hissetti. Kendine ait olmayan parçaları, sanki çok zamanı varmış ve titizlik gerektiren bir iş yapıyormuş gibi, usul usul bir kenara dizdi. İstiflediği bütün acılar bitince göz kırptı sandığın dibinde bir iplik parçası. Sahibi dükkandan hiç çıkmaz, hep aynı sandalyede oturur ve bolca sessiz kalırdı. Ellerinin titremesine aldırmadan uzandı ipliğe, boynuna dolamadan önce dükkanın akıbetini düşündü. Kapatamazdı, ne kendi geçmişine ne de ahalinin geçmişindeki herhangi bir sızıya ihanet edemezdi. Tabeladaki yazıyı değiştirmekle yetindi -bir daha kimsenin içeri girmeyeceğini umarak.


Kimse girmedi. Bedeni incecik iplikler halinde yokluğa karıştı. Kalbi sessiz sessiz kendini dükkanın sakinliğine bıraktı. Gözleri bir daha gözlük takmak zorunda olmadı. Makası bir daha kesmedi, ipliği bir daha bir iğneden geçmedi. Terzi’den geriye yalnızca güneşin altında silikleşmiş bir tabela kaldı,


“Yalnızca tamamlanmış hissedenler için açık.”


Yorumlar


ukde © 2022

bottom of page