fıtrat meselesi
- mâhî
- 1 Ara 2022
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 5 Ara 2022
...
Ortamda egemenliğini kesinleştirmiş elle tutulacak kadar kesif dumandan sıyrılması bir hayli zaman aldı. Sıradan hikâyelerin ve aşılmaz alışılmış dertlerin doldurduğu tablaları boşaltırken bıyıklarında terleri kurumuş çocuklar, yoğun sigara dumanının sararttığı bir çift kirpiği gördü çocuk. Davetkarca sırıttı Hakkı Bey, biraz da kovarcasına bakıra çalan sakallarının altından. Samimi gelirdi bu anlaşılmaz tavrı insanlara, bir çeşit bağlayıcılığı vardı. Müşterileriyle pek yakından ilgilenir, belki bir baba gibi, söverdi ve döverdi çekinmeden. Küfrü hayli yaygın kullanır, tereddüt etmezdi düşüncelerini tok sözlülükle dile getirmekten. Kendince dobra bir adamdı ama yakınırdı Nazım kadar cesur olamamaktan. Sanat tarihi okuyan bir kahvehane sahibi olarak Hakkı Bey, hallice güç bir insandı. Ne siyasi ne dini ne de başka bir konu hakkındaki görüşleri rivayetlerden öte bilinebilirdi. Belki de bu yüzden bu kadar beğenisini toplardı çevre halkının, insanlara dalgayla karışık karalanmış bir sayfa verirdi. Kim ne isterse onu okurdu bu kargaşada, kim nasıl isterse öyle zannederdi Hakkı Bey’i. O da ses etmez, gülerdi -küfürle karışık.

Koyu zeytin yeşili montunu bırakmıştı yine girişteki tek sandalyeli masasına. Bir sandalye fazladan çekti çocuk, oturdu. Cebinde sakladığı kaçak paketinden çıkardı uzun bir dal Hakkı Bey, ağzına götürürken yaklaştı masaya biraz da sallanarak. Pek çok kötü alışkanlık biriktirmişti kendince uzun yaşamı boyunca, bu onu kötü bir insan yapar mıydı? Umursamazdı. Otururken masaya ucuz çakmağı aydınlattı genç yüzünü. Birkaç yıldır kırkını doldurduğunu söylese de otuzdan fazla göstermiyordu, belki otuz beşten. Genişlemiş burun deliklerinden bıraktığı dumanla başladı aralarında bir muhabbet, uzadıkça uzadı ve sonrasında daha da. Yaşının verdiği ilgiyle davrandı çocuk toy sözlerine,
“Biraz da sen anlat abi,” dedi, “sevmedin mi hiç?”
“Sevdim ya…” diye yanıtladı Hakkı Bey alaylı gülümsemesiyle birlikte kahkahayı andıran düşük tonda bir sesle.
“Öyle böyle değil hem de, çok sevdim”
“Sonra ne oldu abi?”
“Ne olacak, hala seviyorum. Bir yâr buldu mu sıkı sıkıya sarılmalı. Hem insan parayı sevmez mi yahu?” Yine kaçmıştı aynı alaycı hileyle ciddi bir muhabbetten daha, kaçmak kurtulmak sayılmazdı. Topun namlusu gürlediğinde yıkılmasa bile kalın surlar, şarapnel parçaları dağıtırdı nice şanlı askerleri.
“Dengi dengine meselesi işte” dedi Hakkı Bey yakın çevredeki tüm dumanı sömüren derin nefesinden sonra. Tezgâha yöneldi ve hafif gür bir sesle,
“Ramazan ilgilensene müşteriyle, masalar boş bardak dolu. Sen çay götürmezsen o çay götürmezse nereden gelecek aslanım bu para?” Yüzünü karşısındaki çocuğa çevirmeden tekrarladı,
“Davul bile dengi dengineymiş ya. Bilemiyorum,” dedi, “ben yaptıklarımdan pişman olan bir insan değilim. Ah vah etmeyi sevmem, öyle yaptıysam öyle istemişimdir. Ama kibirden, ama gururdan, ama bilmem ne beladan… Ama pişman olmadan!” Görece uzun bir sessizliğin ardından devam etti,
“Ben babamı çok erken kaybettim, on birinde tanışınca insan hayatla ne yapacağını bilemiyor. Elindekine gururla sarılıyor elinde hiçbir halt olmasa da. Liseyi bir vakıf okulunda okudum, sonra da filanca kurumda memuriyete başladım. Yaşım daha yirmi yedi.”
“Tam da yaşıymış abi!”
“Tam da yaşıydı. Bu vakıfların bilmem ne bela toplanmaları oluyor işte onun günü bunun günü diyerek. Ben de onlardan birine çağırılmıştım bir arkadaşın arkadaşı olarak, yoksa memurun biri İstanbul’da ne partisine gitsin? Tunç, oğlum arka kapı!” Sık sık tekrarladığı kelimeleri ve o kelimeleri takip eden sorusunu koydu yine masaya,
“Coğrafya kaderdir. Kimin sözü bilir misin?”
“İbn-i Haldun?”
“İbn-i Haldun. Adam ne doğru söylemiş değil mi ta yedi yüz yıl önce?” Söylenenler arasında elle tutulur bir bağ kurmaya çalışırken çocuk, Hakkı Bey devam etti,
“Bir kız vardı gittiğimiz yerde, sosyete kızı dedikleri o işte. İstanbul dışına çıkmamış değil aslında, ama çıktığı yerlerin de İstanbul’dan aşağı kalır yanı yok. Sohbet ederken sordu bana; yok sizin oralarda araba var mı, yok siz hiç yüksek bina gördünüz mü… Biz de dağın başında yaşamıyoruz herhalde! Ben buna çıkıştım, biraz da ağır konuşmuşum belli ki, benim arkadaş kenara çekti beni. ‘Ne yaptığının farkında mısın? Kiminle konuştuğunu biliyor musun sen?’ Sanki bana peygamber kızı!.. Gençlik çağı asilik olur tabii insanda, ama bir efendiliğimiz de vardı ki gittim özür diledim kızdan. Öyle böyle bir muhabbet başladı aramızda, gel zaman git zaman internetin de gelişmesiyle biz iyice ciddi konuşmaya başladık tabii. O beni İstanbul’a davet ediyor ben gidiyorum onların evinde kalıyorum, ben onu buraya davet ediyorum o geliyor benim evimde kalıyor… Derken ben bir gün dedim ki artık bunun adını koyalım. Kız da kabul etti, annesine söylemiş, annesi de uygun bir dille babasına. Ailesini toplasın gelsinler görüşelim demiş kızın babası. Ne güzel değil mi, mutlu bir aşk hikayesi?” Çocuk kurmaya başladığı bütün bağları tekrar kopardı babasının kabul ettiğini duyunca, boş gözlerle bir cevap bekledi Hakkı Bey’den.
“Benim ailem mi var ki oğlum? Kimi toplayıp gideyim? Adamların bilmem hangi zengin semtinde kaç tane dükkanları var, sadece aylık kazandıkları kira geliri benim tüm sülalemi satın alır! Öyle kız böyle adama varır mı he? Ne yapayım dayımı alıp gideyim, ‘Oğlumuz ne iş yapıyor’ diye sorduklarında filanca kurumda memur mu desin adam başını yere eğerek? Belki de o yüzden işte bendeki bu para sevdası.” Hakkı Bey’in sevdiği para mıydı, yoksa paranın zamanında ondan aldıkları mı? Devam etti,
“Ben batırdım işte. Önce o kızı sevdim, sonra da parayı. Kızı da çok sevmiştim gerçi ama paranın aşkı daha bir başka oluyormuş be!” Hakkı Bey’in ciddiyeti bozduğunu fark edince çocuk hızlı bir müdahaleyle engelledi konunun dağılmasını,
“Neden abi? Belli ki ne kız sorun etmiş bunu ne de ailesi. Sen neden önüne geçtin kendi mutluluğunun?”
“Ben bir şeyin önüne geçmedim. Bak, sence şimdi mutlu değil miyim?” “Hiç mi acaba demedin bu kadar yıl?”
“Dedim elbet, şükrümü de bilirim ama çok zorluk çektim ben. Her seferinde babam şimdi hayatta olsaydı böyle bir insan olmazdım belki dedim. Acaba peder yaşasaydı daha farklı olur muydum diye sordum defalarca. Sonra bir gün ne öğrendim biliyor musun? Fıtrat diye bir şey varmış. Değişim her zaman var, her yerde var ve olması gerekiyor da. Ama fıtrat değişmezmiş. Fıtrat gereği aslan avladığını yermiş mesela, çakal artanı. Kurt da düşürdüğünü yermiş. Biz de bundan sonra ne bulduysak onu yedik önümüzde.”
“Bu kadar mı abi? Aslan olmayı böyle mi bıraktın yani?”
“Ne bırakması? Bak şu an karada en uzun yaşayan canlı bir kaplumbağa, o da ağırdan aldığı için hayatı. Şimdi bu kaplumbağa ben tavşanım dese ne olur? Ben söyleyeyim sana, ne daha hızlı yaşar ne daha hızlı ölür. Çünkü o bir kaplumbağa, tavşan değil! Ben de evvela bir insanım, kendime göre bir fıtratım var. Aslan değilim avlayıp yiyeyim, çakal değilim artanı yiyeyim, kurt değilim düşürüp yiyeyim.” Cebinin fermuarını dikkatlice açtıktan sonra yavaşça çıkardı uzunca bir dal daha. Mavi çakmağının aleviyle yayılmayan başlayan kaçak dumanın kokusu eşliğinde devam etti, “Peki insan ne yer biliyor musun? İnsan da bir çeşit böcektir zannımca, böcekler bulduğunu yer.”
Ağır muhabbetin yükünü taşıdı çocuk omuzlarında, aylak sokaklardan süzülerek evine dönerken. Kaldırımın kenarındaki bordürlerden yürürken kendini düşündü biraz, düşmeden. Aslan gibi çocuk değildi, ya da bir çakal. Kurtluğundan söz edilemeyeceğini de anladı. Başka bir hayvanat da bulamazdı benzeyecek yahut süsleyecek onu anlatan özensiz cümleleri. Bir haşere olarak kaldı şimdi, insancaydı.
...



Yorumlar