ilk gün masalı
- mâhî
- 19 Kas 2022
- 3 dakikada okunur
…
Eski zamanlardı, belki de hiç var olmamış ama herkesin bir şekilde hatırladığı zamanlar. İnsanların henüz tanrılarını hayal kırıklığına uğratmadığı, tanrıların da pek tabii aralarına karıştığı ve hatta onlarla konuşacak kadar kullarına değer verdiği vakitler. Hayvanlar susmadan önce ve şeytanların hâlâ dünyadan korkmadıkları günlerdi. Torunlarının gelecekçi ütopyalarını yaşadığı zamanlardı ilk dedelerin. Her geçen günün bir öncekini “ne güzel günlerdi” diyerek andığı geleneğin ilk sabahıydı.

Henüz pek fazla değilken sayıları, birbirini sevdiklerini zannederdi zavallı insanlar. Sonra bir gün içlerinden biri sevmeyi öğrendi ışıksız çukurların en dibinden. Sevdi ve sevdikçe fark etti sevmenin yetmediğini. Kutsanmış ruhunu tatmin edemedi yalnızca kendi başına sevmek ve bırakıp bu bencilliği bir kenara, tebliğ etmek istedi din bildiğini. Anlattı öğretisini derya kenarlarındaki sağır balıklardan Zerdüşt’ün henüz kaçmadığı yüksek dağlara. Haykırdı doğrusunu güneş çocukların resimlerindeki tepelerin arasından usulca doğarken ve ısıtırken mavi nehrin berrak suyunu, yarın ölecekmiş gibi korktu ertelemekten. Önce en yakınından başladı sarf etmeye mukaddes sözlerini. “Seviyorum,” dedi, “ve bunu söylemekten korkmuyorum. Biliyorum senin de sevebileceğini ve sevdiğini biraz içten içe, öyleyse hadi haykırsana sen de! Kutsa sesini bu mühim kelimeler ile.” Sustu arkadaşı, kelimeleri yoktu onun. Sevdiği iddia edilirdi belki ama bir kalbinin varlığı da şüpheliydi kelimeleri gibi. Yine de susmak, engel olamadı büyük yayılışına bu ilk dinin. Kararlıydı genç adam davasını anlatmaya ve saklanmamaya derin kuyulara yahut dipsiz sulardaki balıkların karın boşluklarına. Ne yaptı ne etti topladı aydın havarilerini etrafına. Parlak güneş büyüdükçe gökte ve ilerledikçe tepeye doğru, herkese öğretti sevmeyi sil baştan -kendi sevdiği gibi.
Sevgiyle doldu koca bir dünya yelkovanı usandıran dakikaların ardından, sevgileriyle konuşmayı da öğrendi insanlar. Ve sonra sadece sevgilerini konuşmak yetmedi, her şeyi konuşmaya başladılar. Gölgeler kısalırken büyüdü bu muhabbet furyası ve tek ihtiyacı yiyecek olan insanlara yeni gereksinimler yükledi. Kullanılmamış kelimeler buldular yosunlu taşların altında ve yılan deliklerinden arakladıkları isimleri verdiler duygulara, insanlara, farklara. Evi olmayan garibanların memleketleri oldu, sevgiden. Memleketlerini sevdiler. Anne babalarını, dedelerini ve çoğaldıkça milletlerini sevdiler. Renksiz insanların yüzlerine renk geldi, renklerini sevdiler. İsimler tükendikçe ağaç kovuklarında, kimsesiz kuşların yuvasından yeni isimler buldular düşünce ve hislerine. Fikirlerini sevdiler, duygularını. İsim verdikçe doğdu aşk, mutluluk ve niceleri. Nefret biraz da, hüzün ve gibileri…
Hikâye yeni başlarken “Bilge” dediler geniş alınlı eskiler onlara sevmeyi ve konuşmayı öğretene, ilk defa doğmuştu bir güneşin mecazı topraklarına onun sayesinde. Ve diğer çocuğa da “Suskun” dediler, “Deli” diyenler de vardı.
Henüz güneş varmamıştı en tepeye, yakmazdan önceydi geniş yapraklı yaşlı ağaçları. Var olmanın eşiğinde gelişirken koca bir medeniyet yarım günde, Suskun ayak uyduramadı. Kıramadığından kalbindeki asma kilitleri, onlar gibi sevemedi. Çözemediğinden dilindeki kör düğümleri, onlar gibi konuşamadı. Bir ince bakır tele bakardı halbuki özünde her kilit ve en kör bıçaklar dahi açardı dilsiz gemicilerin düğümlerini, bir bahane yeterdi. Suskun yetemedi, sustu.
Bilge ise devam etti kutsal tebliğine. Acımasızdı ya dünya, bağnazdı insanlar ya… Kaf Dağı’ndan hallice engebeler çıktı patikadan sapma yoluna, Kaf Dağı’nın henüz yükselmediği zamanlar. “Sevmek zor”du, hep bunu söyledi peşindeki insanlara. Anlattığı zorlukların sonunda kavuşacağı “Gece” bilirdi sevdiğini ve sevdikçe ne kadar uzadığından bahsederdi göz alıcı günlerin. Günün can yakan vaktinde düştüğü çölleri anlattı etrafına, uçsuz çöllerde karşısına yükselen dağları nasıl deldiğinden bahsetti destanlarca. Düştükçe yükselen uçurumların dibindeki alevlerden konuştu ve tenindeki yanık izlerinden. Tepedeki güneşi indirdi insanlar Bilge’nin aşkına duydukları hayranlıktan ve çektiği sıkıntılara gösterdikleri dinmez saygıdan.
Sonra gece çöktü. Kavuştu Bilge aşkına ve “Kazandım!” dedi bütün mücadelesinin ardından. O kadar sevdi ki geceyi, göremedi belki de geceye parlayan nuru halka halka ayın etrafında -gören zaten susardı. Kimse umursamadı bunu. Zira kazanmanın adını da o koymuştu, kazandı.
Bitse de ilk günü gerçek sevginin, yüce asırlar boyu yayıldı Bilge’nin destanı dilden dile ve binbir farklı kelimeyle. İsimleri seven insanlarsa bir türlü bırakamadılar bu alışkanlıklarını. Güneş doğup battıkça mavi gökte Bilge’ye farklı isimler verdiler. Ferhat diyenler oldu farklı yerlerinde üç dünyanın, çöllerin kumları arasında Mecnun dendi adına. Tekrar tekrar anlatıldıkça Kays oldu kimine göre ismi. Değişen kelimelerle artarken insanlardaki bu takdirkârlık, kundaktaki bebeğin de diline düştü aşkın adı tahta sedirde son nefesini yıllanmış ciğerlerine dolduran ihtiyarın da.
Peki sessiz olana ne oldu? Kimse bilmiyor. Çünkü bu, onun hikâyesi değil.
…



Yorumlar